önsöz

anneanneme…

.
.
.
haiku-pandemi / bir sadeleşme hikayesi
.
.
.

korkuyorum… yazmaktan, yazamamaktan, oturmaktan, kalkmaktan, kalakalmaktan… kalabalıktan… en çok da kelimelerin kalabalığından. 

bir rüya gördüm, uyandım, biraz dolandım. rüyadan artakalanlar beni şimdi burada bunları —bunları, başkalarını değil— yazmaya itti. rüyanın ittirip kaktırması olmasa yazmazdım, muhakkak ki — ya da muhtemelen, belki. “dil bedeni aşarsa” sözüydü rüyamdan artakalan; sözün manasına takılmakla birlikte, “sözel” bir rüya görmüş olmanın nadirliğine hayretle, sonuna üç nokta ekleyip not ettim, kahvaltıdan hemen önce. 

anneannem, ben nedenli-nedensiz kasvete kapılınca, “at bir kahkaha!” derdi. o anda, aniden olmasa da, kademe kademe, nazik bir ivmeyle, vaziyet değişirdi. onun gülen gözlerini ve içten neşesini, bilgeliğin hediyesi boşvermişliğini görünce biraz gevşerdim, başta zorla da olsa gülümserdim, sonrasında gerçekten de bir bakmışım kahkaha atıyoruz, hatta karşılıklı parmak şıklatıp göbek atıyoruz! bu yaklaşık birkaç dakikalık “arada”, dertlerimin gerçekliği agresif neon parlaklığından sıyrılarak yumuşar, loşlaşırdı sanki, göz kırpardı hınzırca, azalan şiddetiyle bana biraz olsun nefes aldırırdı; çizgi filmlerde yumruğu yiyen boksörün kafasında dönüp duran yıldız halesi misali, az sonra kaybolacak olsa da, iyi hissettirirdi bu mola. kısa sürerdi sürmesine ya, tadı damağımda kaldığından mıdır ne, hatırlardım her seferinde, ne zaman içim şişse, fırından yeni çıkmış böreğin tepesi nasıl kabarırsa hani öyle, bir kürdan saplayıverirdi bu hatıra, dertli böreğimin tam tepesine. “yürek yemiş gibi” derler ya hani, o ben değilim, kesin bilgi.  

ha, börek demişken, bir de yalancı dolma var tabii, malumunuz. etsiz olunca “yalancı” oluyormuş. “normal” dolmadan eksiltilen etler, dürüstlüğün sembolüymüşçesine. lodostan şişmiş dolma-parmaklarıma takılıyor gözüm, hafifçe oynatıyorum parmaklarımı. yokluyorum bir kalemi, bir klavyeyi. yazmak yetmiyor, kelimelere dokunmak gerek! “eksik etek” diye bir laf vardır hani, ek’inden kurtarıyorum onu şimdi, biraz çekiştiriyorum —işte oldu! ne oldu? sondaki ek mi, baştaki ek miydi kopan, burası muğlak. baştakine hiç dokunmuyorum, sondakini atıyorum, zira bu hikayenin niyeti ne küfür ne kıyamet; sadece sadeleşmek. nihayet baş başa kaldık seninle, Sevgili Eksik Et.

.
.
.
haiku-palavra / hakikat yalanından sonra 
.
.
.

“gerçeğin ortaya çıkması için yalana bakmak gerekir.” rüyamdan artakalan bu cümleyi not ettim uyanır uyanmaz. ertesi gün durup dururken aklıma geldi, sonrasında da pek bir yere gitmedi. çaya batırmalık bayat bisküvinin yokluğunda fena değildi eşliği, kokusu biraz rutubetli, sinsi ve teklifsizdi, çamaşır makinesinde unutulmuş ıslak çarşaflar ya da ne bileyim, kolay kolay kurtulamayacağım yılışık bir yoldaş gibi, saat başı, öğle sonraları ve akşamları, bazen de sabaha karşı üç sularında bana kendini dayattı; kolonyamsı, hafif ve ısrarcıydı.

anneannem, geceleri baş ağrısından uyku tutmayıp biraz da kalbi sıkışınca, bir pamuğa kolonya döküp ona getirmemi isterdi, kolonyaya banılmış pamuğu burnuna dayar, onu koklarken uyuyakalırdı. bunu hatırladıktan hemen sonra —ya da öncesinde, tam kestiremiyorum— geniş ağızlı şarap bardağını burnuma dayıyorum gözlerim kapalı, bir kaç nefes burada kalınca, üst solunum yollarında ilerleyişini hissediyorum keskin kokunun; hangisi kokunun kaynağı, kolonya mı şarap mı, bilemiyorum. 

bilemediğim şeyleri barındıran anların bazıları huzursuzlukla karışık bir cazibeye sahipler, nedenini merak etsem de konumuz bu değil diyerek ilerliyorum. ilerliyorum dediysem, yapıştığım tekerlekte döne döne, çamurlu yoldan geçerken serin ve kaygan, biteviye. benim ilerlememe ihtiyacı olmayan yol, her zaman önümde.

anneannem son zamanlarında bir huy edinmişti: hatırlayamadığından tanıyamadığı, tanıyamadığından yabancıladığı —bu sonuncusu korkuyla el ele— küçük nesneleri camdan fırlatıp atmak. kimse bakmazken. sonra da inkar etmek. belki üstüne bir çay içmek. kıtlama. 

şimdi burada, biraz duraklıyorum. kıt-lama’dan kut-lama’ya geçmemek için kendimi zor tutuyorum. hoş, direnmek neredeyse imkansız, boşuna uğraşıyorum. iki çizgi, doksan derece açıyla —ama yumuşakça— birleşmiş, ekleniveriyorlar bana sormadan, k’nın ardından sızıveriyorlar içeri, parçalıyorlar kelimeyi: kıt’ın kut’a evrilmesi. ne anlama geliyor bu şimdi? bir ihtimal belirdi: az olanın bereketi.

.
.
.
haiku-kahkaha / sen, ben, medusa
.
.
.

Medusa’ya… 

haiku-kahkaha / 000

//

erguvan dalda
gördüğüm kadarıyla
bahar kapıda

//

pek genç bir sinema öğrencisi olduğum sıralarda, Türkiye’de ismi İngilizce kısaltmalı bir televizyon kanalında stajyerdim. tıpkı benim gibi, kanal da pek yeniydi ve penguenler henüz ortalıkta değildi. asistanı olduğum program yapımcısı genç kadın bana bir isim takmıştı. kendisi her ne kadar buklelerimin kıvrımları sebebiyle olduğunu söylese de, bugünden bakınca geriye, bu ismi seçmesi tesadüf değildi belki de. 

bana takılan bu şakacı isim ”Medusa” idi. sempatik tınlıyordu gerçi ama düşündürüyordu da: çokuluslu medya ağının yerel ayağında, stajyer konumuma “cuk” oturan bir isimdi bu, varlığı ortada ama tam olarak orada olmayan biri; acemi bir yardımcı, tanıdık bir yabancı, dış kapının mandalı, uzun lafın kısası, bir “öteki” olarak Medusa — orada ama değil, en azından konum itibarıyla. ona bakanın taş kesilmesini bir kenara bırakalım şimdilik, gelelim Medusa’nın bakışına. 

2021’in 8 Mart’ında, Taksim Meydanı’nın ortasında, gözler hariç tüm yüzümü örten, pandemi günlerinin daimi eşlikçisi maskem ve şapkamla, bir kahkaha patlattım. içimden geldi, fikir olarak yani. açıkçası evet, kendimi biraz zorladım. yoksa her şey o kadar bunaltıcıyken, yaşam alanlarımız gitgide daraltılmaktayken, gülmek nasıl içimden gelirdi? günün devamında, bu sefer içimden, dolu dolu, geldi. meydanların kapatılmasına inat, ara sokaklardan taşan öfke, coşku ve neşenin kararlı enerjisi, bir de Hélène Cixous gibi kimi ilham perileri, beni şimdi, buraya getirdi. “ilham perisi” tabiri irkiltiyorsa seni, bir daha düşün derim! evet, periler vardır ve onlar başına buyruklardır, kimsenin tekelinde değildirler, özellikle de erkek yazarların! kadınların kadınlara, kadınlar hakkında yazmasının güçlendirici etkisi aklımda, o günün akşamında, varlığından coşku duyduğum kadınların kimilerine bir davet mektubu yolladım. “bir kahkahaya karşılık bir şiir” davetimde, mektubu yazarken de, okurken de, odağımızı nefesimize, bedenimize yönlendirmek istedim, çünkü inanıyorum ki bunca karmaşanın, baskının, saldırının ortasında, sakin, kararlı ve güçlü olmamız için rahatlamaya, içtenliğe, şefkatli bir alana ihtiyacımız olduğu açık, üstelik bu alanı açmak sanıldığı kadar da zor değil. izin verdiğimizde; arkadaşça, yargılamadan gözlemlerken kendini, ötekine de alan açılıyor aslında — ve şimdiye kadar gözlemlediğim, bunu en iyi kadınlar yapıyor! eril bakışın dayattığı her türlü söylemin, iç içe geçmiş, katman katman olmuş türlü baskı aracının, tıpkı zihnin karmaşası gibi, bu şefkatli gözlem ışığında eriyip dağılışına tanıklık etmek çok güzel! bana gelen kahkahaları izlerken hem neşelendim, hem de inancım tazelendi; geleceğe dair umudum, şimdinin içinden filizlendi. davetime yanıt veren tüm gülüşlere selam olsun. dikkatimiz nefesimizde, renklerimiz birbirimizde, ferah günlere! varlığımız kutlu olsun.

Şafak Tuba,
27 Mart 2021

.
.
.